Din ve Metodoloji

Din ve İnanç Üzerine


Tarihi boyunca insankızını, her serüveninde mutlaka inanmış olarak görüyoruz. Ne olursa olsun inanmaya da devam etmiş. Sanırım bu, böyle olmayı da sürdürecek. Yani milattan önce 387 yılında akademos diye anılan bahçede “akdemi” kurmuşsa birileri, bize ne canım alsalardı haberlerini, geleceği bilselerdi, ya da kuş uçursunlardı diyemeyiz. Hülasa, (hülasayı böyle cümlelere eklemem de sırf kelime sevgisi) inanışın sürmesini de olumlu buluyorum, farını da rujunu da... Aklında ve vicdanında yahut bi başka yerinde, herhangi bir inancı mutlaka taşıyor olmalı bu insankızı. Belki de ben taşıdıklarına inanıyorumdur kimbilir?


Herşey bu inançla başlıyor, çoktandır başladı da. O inanç eseridir ki haksızlığa karşı dayanılmaz bir coşku, aşkın en olunmazına karşı bile amansız bir istekle şahlanırız. Bir acı ile burkulur mesela bi yerimiz, birinin sancısına bazen ister istemez bile ortak oluruz, bazı günlerde yitirilen sevdiklerimizin ardında öyle bir coşar da o inanç ve biz, gözyaşlarımızdan barajlar inşa edilir. Bazı tv programlarında durup dururken değil ama aniden sulanır mesela göz aleyisselam, yahut hiç tanımadığımız bir yönetmenin, hiç tanımadığımız senaristinin yine hiç tanımadığımız oyuncularının karıştığı (üstelik kafirken hepsi) bir filmden paye çıkarır, o tarafa karşı bi yakınlık hissederiz. Hatta bazı filmlerden saatlerce sonra kendilerine tam olarak gelemeyenlerimiz bile olmuştur. Bütün bunlar sanırım, insankızının içinde en başından beri var olan inancın eseridir. Yoksa durup dururken bi kafirin filminden neden etkilensin ki sahih mümin?


İşte herşey inançla başlayınca, bazı kelimelerin içi de ordan burdan edinilmiş dolmadan mürekkep bilgiler yahut mistik karşılamalar ya da dolaylı müzmin tanımlarla doldurulmuş olabilir pekala. Bu olasılığı neden ısrarla es geçmeyi deneriz ki? Çok mu ağır bi yük yaptık acaba sırtımızda? Çok mu vazgeçilmezler arasına işledi, fazla mı nufuz etti bünyelerimize? İnançla başlayan o şeyler, “din” gibi gayet şematik, gayet kategorik bir kelimenin üzerine yığıldı kaldı. Önce başlayan din miydi, yoksa inanç mı? İnancın etkisi ve coşkusuyla, olmayana yahut olana göre, başka etkilerle sürekli kıyafet üzerine kıyafet biçildi. Kimileri bu kıyafeti yerine göre makasladı, kendine uydurdu, orasına burasına içsel eklemeler yaptı. Bazıları da ısrarla aynı, sabit ve statik kıyafeti bizim kafamızdan sokmaya, ısrarla sokmaya, olmuyorsa yahut çırpınıyorsak kafirliğe kadar vardıran zorlamalara başvurmaya başladı. En nihayetinde o kıyafeti giydi ve rahatladı bu toplum. Rahatladı zira, artık tek yapması gereken boğuşmak değil, kıyafetin içinde kendini rahat hissetme terapisine katılmaktı…


Din bağlamının ilk ilmeği nerde atıldı, öncelikle oradan başlamak lazım. Ama başlayınca bitirememek gibi sınırlı ve sonsuz emeller oluşuyor. Bazı şeylerin dinsizlik, bazı şeylerin kafirlik, bazı şeylerin günah, bazı şeylerin sevap ve de bazı şeylerin allah muhafaza imanı filan alıp götüreceği vs.vs. cümleleriyle örgülenmiş o kıyafet, ilk nerede dikildi acaba? İlk kim o kıyafeti giydi ve hangi gerekçelerle başkalarınında giymesini salık verdi? Mesela yüzyıllar önce de benzeri şeylerin düşünülümüş olduğunu sayfalar dolusu eserlerde görüyoruz. En barizlerini de müteziler diye adlandırılan (ehli sünnetten ayrılanlar demek) grup oluşturuyor. Detaylarına girmeme gerek bile yok. Günümüzde “kelam”diye bir bilim okunuyorsa mesela, bu sadece mütezilerin varlığından kaynaklanmıştır. Ancak görüyoruz ki “din” mefhumu öyle aritmetik ifadelerle bütünleştirmek neredeyse imkansızdır. Ve yine görüyoruz ki “din” mefhumu bugün, sosyal bilimler enstitüsünün, sosyoloji anabilimdalının ya da bizim ülkemizdeki gibi ilahiyat anabilim dalının bir programından ibarettir. İşte tam da burada, konunun mümkün olan en büyük uçurumuna şahitlik eden budağı karşılıyor bizi: “Din” olgusunun üzerine mi bütün sosyal hayat inşa edilir, yoksa din sosyal hayatın küçük ama önemli bir parçası mıdır? Dünyadaki genel kabul gören yaklaşımlara göre “din” mefhumu, çok daha geniş bir yelpazede ele alınarak, bazı bilimsel ya da ilimsel algoritmalar eşliğinde tabana yayılmıştır. Bunun olabilmesi de öyle sabahtan akşama olmamış, varil varil petrol, galon galon benzin yerine kan akıtmış bunun için akılsız insankızı..! Kısaca ve kabaca günümüz avrupasındaki din anlayışı, daha örgün bir bilim şemsiye altında yayılırken, günümüz türkiyesine kadar gelen din ise, tamamen öznel bir alandan, mesela şemsiyenin sapından hareket ederek açılıp yayılmıştır..! Bu yayılmalar çok öznel, salt ufak gruplar ya da küçük cemaatler tarafından dışa yayılmacı olarak uygulamaya geçirilmiştir. Ve belki bu yüzden dinin içerisinde, günümüze kadar gelen binlerce irili ufaklı mezhep ya da tarikat ya da benzer cemaatler hala varlığını sürdürmektedir.


Günümüz türkiyesinde yaşanılan ya da yaşanılmaya çalışılan, ve hatta bu yaşamaya çalışılanın üzerinden özgürlük ve demokrasi gibi yaklaşımlarla beslenen şey, inanç değil dindir..! Zaten inancın kendisinde ne gibi bir sorun olabilir ki? İnanmak gayet bireysel bir vicdani sorumluluktur, kişi inanır yahut inanmaz. Bu söylem de yüzyıllardır tüm hukuk ve insan tabanlı alanlarda kabul görmüş en yaygın tanımdır. Ancak “din” denilen şeye ya da din olgusuna yapıştırılan, inançla direkt bir bütünlük arzettiği, ancak ve ancak bu olgularla insanların toplumsallaştığı varsayımı, yine bu kıyafetin kıyafet olma özelliğini tamamlayan yegane unsuru olarak belirtilmiştir. Yani inançlı isen saçlarını örtersin, namaz kılarsın oruç tutarsın söylemi, inancın değil dinin söylemidir. Bu iki ayrımı yapmadan yahut yapamadan bugünlere kadar gelmiştir çoğunluktaki kesim. Ayrımın ise çok basit bir mantığı var: Saçlarını kapatmayan, ya da namaz kılmayan inançsız mıdır? İşte burada yukarıda sözünü ettiğim budağa yeniden dönülür ve var olan budak, bir kez daha budaklaştırılır: Bizdeki din, “evet inançsızdır”ı uygularken, söylem “hayır, elbette inançlıdır” der..! Örneğin günümüz Türkiye’sindeki kapalı hanımkızlarımız, insan hakları, eğitim hakları ve evrensel hukuk gibi kaidelerden bahsederken, haklı isteğini metodolojisiz dayanaklara dayandırmakta: Birincisi, kapalı hanımkızlarımızın açılmasını isteyenler, onlara göre zalimlerdendir. Ve zalimlerden olan birisine “nolur, lütfen, yapmayın vs.” gibi yalvarır isteklerden bulunulmaz. İkincisi ise akla tezattır. Evrensel hukukun hiçbir alanında, mesela bir erkek yerine iki kadının şahit tutulması gereksiniminden bahsedilmez. Kurandaki kaidelerin, evrensel hukukla ya da evrensel insan haklarıyla ilgisi bile yoktur. “Kuran’ı sen anlamamışsın, vardır” demek de Allah’a değil dine inanmayı ifade eder.


Kanımca bugüne kadar ulaşan din, türban, cemaatler, ekonomi, bireysel özgürlükler, din ve vicdan inancı, laiklik yahut dini eğitim gibi kavramların tartışılmasında bile yaşanan sorunun özünde bu ayrımın, bu budağın -ki yeni yeni budaklar türetmiştir- payı çok büyüktür. O kişisel ve de gayet öznel alandan yayılan dinin gereği olarak da günümüzde uygulanan dini uygulamalar hızla ritüeller şeklini almış ve bu ritüeller sürekli o budaktan geri yansımıştır. Her “mübarek” kafadan ayrı ayrı laflar çıkmış, bazı mübarek kafalar yerlerinden kopartılmış, her laftan ayrı ayrı anlamlar ve de o anlamlardan yeni yeni (ileride ritüel halini alacak) uygulamalar üretilmiş. Tabi bir taraftan da (benim gibi) bazı kişiler laflarını daha üretemeden, üretme aşamasındayken, dili kesilip boğazına tıkılarak boğulması kolaylaştırılmıştır. (e bunla ilgili hadis de var: “zorlaştırmayınız, kolaylaştırınız…”) İşte bu üretim mekanizması maalesef, evrensel olmayan gayet bireysel düşünüş biçimlerinden çıktığından “din” mefhumu, iyi niyetli ya da iyi niyetsiz istismar edilmiş, adeta yağmalanmıştır.


Mesela bugün parasını iş bankası yerine, faysal finansa yatıran diğerine göre daha dini bütündür. Bugün kurban bayramlarında kurban kesen kesmeyene göre daha itikatlıdır. Oruç tutan öyle, namaz kılan öyle ve saçlarını örten de ha keza..! Bu alanda sayısız yazarlar, nice yazılar yazmış fakat yazarken harcanan onca mürekkep, din uğruna heba edilmiş ya da din uğruna cihad kılıçtarlığına soyunmuştur. Dilde başka başka laflar dolanırken, uygulamalarda bambaşka edimler kazanılmıştır. Bunlarla ilişkili örnekleri saymakla bitirebileceğimi sanmıyorum. Ve biliyorum ki İstanbul’un tüm kütüphaneleri halka açıktır. Mesela ilk bakışta gayet hareketli bir alt yapısı olan aile tanıdım. Bu ailede bile bazı koşullar oluşmuş, örneğin eşlerden birisi annesi babası namaz kılmıyor diye onlarla iletişimi kesmiş..! Din, klasik bir vicdani mesele olmaktan çıkmış, bütün bir hayatın sorgusuz sualsiz ana damarı haline gelmiştir. Ve insankızları da ister istemez bu ana damardan sosyalleşme çabasına girişmiştir. Mesela metodolojik bir yaklaşımı göremeyiz dinin uygulamasında. Hep parçalanmış, hep ayrıştırılmış, hep sündürülmüş yahut esnetilmiş şeylere denk geliriz. Oysa inançta herşey nettir..! Örneğin dinin içine erkeğe daha fazla miras verilmesini alırken, inancın payesi yeterince düşünülmemiş olabilir. Yine kadının yeri bağlamındaki konular dine katılırken inancın yerinin fazlaca sorgulandığı kanısında değilim. Sorgulama yapmaya kalkışanların başlarına neler neler geldiği konusu ise, tamamen ayrı bir tez oluşturabilecek niteliktedir..! Mesela hangi inanç, bir kız bir erkek çocuğundan erkek olana daha fazla miras bırakır ki? Bunu, ana nüve anlamında kavramak daha yerinde olucaktır. Yani sıradan bir insan hatta inançsız bir insan bile, günümüz normlarında çocuklarının ikisine de eşit miktar pay vermeyi uygun görecektir. Kaldı ki inanç sahibi birisinin bunu anlamaması düşünülemez bile. Ancak dinin içindeki bazı ritüel haline gelmiş şeyleri söküp atmak kolay olmadığından bu anlamlar, sığ bir takım düşünüşlerle geçiştirilmiş: “Efendim, o kız ileride evlenir kocasından da yüksek bir pay gelir böylece adalet sağlanır…” Olur a, ya kız evlenmezse, bütün bu metodolojisiz kaideleri, düşünüşleri çöpe mi atacaksınız?


Bunların dışında da soyut kavramların bir türlü bu kıt beyinlerimizin anlamamasını salık vermiştir din. Siz ne bilirsiniz filan diyerek inancı değil dini kutsallaştırmıştır. Biz neyi biliriz neyi bilemeyiz mesela? Orda da net bir ayrım bulunmaz. Diğer yandan, akıl ve nefs ikilemi sayesinde, somut soyut paradoksların dibine vurulmuştur. "İnsankızı nefsinin esiri olmuştur" diyen birisi, nefsini mi aklını mı kullanmaktadır? Dine inananlara göre bu gibi netlik ayrımını yapan kurandır. İnanca göre ise netlik ayrımını yapan us’tur..! Bazı şeyler diyerek bilinmezin düşülmesine bile müsaade etmemiştir bu din..! Mesela madem ki cezalar öldükten sonra verilecek, o halde cezayı ruh çekecektir. Şu halde ruh ölümsüz ise yanıp kül olan şey nedir? İnsankızı kendi eylemlerini, bağıntılı olduğu fizik / doğa kanunları gereğince yine kendi oluşturur. Dolayısıyla cezaların da bu eyleme göre ölçülmesi gerekir. Oysa kadere inanmak dinin temel kaidesindendir..! Dünyadayken başımıza gelen belaların kaynağının allah olması saçma sapandır. Belalar allahtan geliyorsa, bu beladan etkilenen kulun günahı allahın boynuna mı olucak? Kaldı ki eğer belalar allahtan geliyorsa kul niye cezalandırılsın? Bağışlama ve af dileme ve de allaha yakarma da yine aynı dinin gaipliğinde yerini korur. Oysa allahın yasakladığı bir eylemi yapanın, yine allahtan af dilemesi akla aykırıdır..! Madem affedilebilir niye yasaklanır, yok madem affedilmez neden af dilenir?


Sonuç olarak pek bir şey değişmeyeceğini düşünüyorum. Kısaca, vay beni gidi beni din düşmanı vay..! Bu ben gibilerin derhal yakılmasını, küllerinin savrulmasını, karınlarınla şiş filan sokulmasını (düzgün bir rabıta yapmışsam o da etkil olmaz ama neyse) isteyenlerin sayısı hiç de azımsanacak gibi değildir. Hatta ben gibilerin kanlarını içse, içlerinin rahatlamayacağını bildiğim tipler biliyorum. Bunlar yok mu sayılcak? Bence yapılması gereken ve de aslolan şey; gerçek inanç sahiplerinin, din sahipliğini bırakmalarıdır.

Yorumlar